Osmanlı Tıbbı
Osmanlı tıp tarihi üç dönemde incelenmektedir.Osmanlılar ilk hastaneyi 1399'da Yıldırım Beyazıd zamanında Bursa'da yapmışlardır.
Osmanlı tıp tarihi üç dönemde incelenmektedir.
Klasik Dönem (1450-1730)
Batıyı Tanıma (1730-1825)
Batıya Açılış ve Modernleşme Dönemi (1827 sonrası)
kaynak : http://www.hekimzade.com/osmanli-tibbi.shtm
Fatih’in İstanbul’u fethi hem Osmanlılar için hem tüm dünya için yeni bir çağın başlangıcı olur. Fatih Sultan Mehmet ilim ve irfan koruyucusudur. Kurduğu vakfiye ve yaptırdığı medreseler tam bir bilim ve tıp merkezi gibi çalışır.
Çok zengin vakıflara sahip olan cami ve onun etrafında toplanan onaltı medrese, ayrıca imaret, tabbane, aşhane, darüşşifa-hastane, hamam, ilkokul ve çeşitli kütüphanelerden oluşan Fatih Külliyesi inşa edilir. Bu külliye içindeki 70 odalı Darüşşifa o dönem Avrupa’nın en büyük hastanesidir.
İslamda hastane aynı zamanda öğrenim yeri olduğundan, İstanbul Tıp Fakültesi’nin ilk adımı bu hastane sayılabilir. Tetimme yani lisede öğrenimlerini yapan öğrenimlerini yapan öğrenciler sahn medreselerine, yani yüksek öğrenimin çeşitli dallarına giderken birkısmı da Fatih Darüşşifası’nda tıp öğrenimine başlarlardı. Bu öğrenciler bu hastanedeki değerli hekimlerden pratik ve teorik dersler alır kütüphaneden yararlanırlardı.
Tam kadrolu bir kuruluş, yani bugünkü devlet hastanelerinin karşılığı olan bu hastanede, devrin en değerli hekimleri, kehhalleri (göz doktoru) ve cerrahlar çalışırdı. Buraya atanmada din, ırk ve milliyet rol oynamazdı. Bu darüşşifada, yatırılarak bakılan hastalar yanında poliklinik muayenesi de yapılır, fakir olanlara ilaçları bedava verilirdi.
Fatih döneminde hızla gelişen bir kuruluş da Enderun mektepleridir. Yüksek okul niteliğindeki bu kuruluşlarda birçok eğitim biriminin yanında hastane de mevcuttu. Saray hekimliği ile darüşşifa hekimliği arasında sürekli bir ilişki kurulmuş, yine bu dönemde hekimbaşılık kurumu oluşturulmuş, devlet kademelerinde bu kurula protokol verilmiştir.
Fatih Darüşşifası bünyesinde birnevi tıp akademisi oluşturulur. Bu dönem Osmanlının bilim ve tıp alanında en iyi olduğu dönemdir. Doğu kültür merkezlerinden birçok bilim adamı getirilerek, İmparatorluk bilim ve tıp alanında geliştirilmeye çalışılır.
Dönemin ünlü hekimlerinden Hamza Akşemsettin, Maidetül-Hayat isimli eserinde bugünkü mikrop ve bulaşma fikrine öncülük ede “hastalıkların çeşidi itibariyle nebat ve hayvanlarda olduğu gibi tohumları ve asılları vardır” fikrini ortaya atmıştır. Sabuncuoğlu Şerafettin ise, Cerrahname-i İlhan’siyle dünya çapında meşhur olmuştur. Kitabında cerrahi aletlerin resimleri yanında, hastaların duruşunu gösteren resimlere de yer vermiştir ki bu cerrahi eğitimi açısından büyük bir yeniliktir .
Yine Sabuncuoğlu’nun, 15. yüzyılda hazırladığı ilacın etkisini anlamak için hayvanlar hatta kendi üzerinde deneyler yaptığını,bu deneyler için kendisini yılanlara sokturarak hayatını tehlikeye attığını görüyoruz. Bir diğer önemli hekim ise Altıncızade’dir. İdrar tutulmasını ve idrar yolunda oluşan et parçasını sonda ile tedavi etmiştir.
Hekim Beşir Çelebi ise iç hastalıklarıyla ilgili 30 bahis üzerinde durmuş, son bölümde alfabetik olarak drog’ları vermiştir. Hekim Arap, Hekim Hoca Atullah, Hekim Lari, Fatih’in ulema deterinde yer alan yedi ünlü hekim arasındadır. Bu yedi ünlü hekimden bir diğeri ise İtalyan asıllı bir Musevi ola hekim Yakup Paşaş4dır .Yakup Paşa Fatih’in özel hekimliğine yükselmiştir Ama Fatih’in ölümünden de sorumlu tutulmuş, onu zehirlediği idia edilmiştir.
Bu konu tarihte halen aydınlatılmamışbir olaydır. Bir diğer ünlü isim ise Hekimbaşılığa kadar yükselen Fatih’ten Kanuni’ye dört padişah döneminde hekimlik yapan Ahi Çelebi’dir. Ahi Çelebi, İbn-i Sina’nın Kanun çevirisi ve böbrek ve mesane taşları üzerine yazdığı risaleyle ünlüdür. Taş hastalıklarının zenginlerde olduğunu söyledikten sonra, taşın bedende nerelerde olduğunu, araz belirtilerini, ilacını, taşın idrar yolunu zedelediği durumda yapılacak tedaviyi anlatır. Bu tedavi için bitkisel ilaçları ve ilaçlı sularla banyoyu tavsiye eder.
II. Beyazıd döneminin ünlü hekimlerinden Cerrah İbrahim ise yine çeviri eser olan Alaim-Cerrahin’de Osmanlı’da ilk defa frengiden bahseder. Bir diğer yeniliği ise ateşli silah yaralarından bahsetmesidir. Burada hemen hatırlatmak gerekir ki, benzeri araştırmalar Avrupa’da da hemen hemen aynı dönemde yapılmıştır.
Bu dönemin en önemli tıbbı eserlerinden biri de Edirne Beyazıd II Darüşşifası’dır. Bu bina Türk-İslam, hatta dünya hastane mimarlığı bakımından büyük önem taşır. O güne kadar hastaneler medreseler gibi koğuş şeklinde, sonradan pavyon ismini alan binalar halinde yapılırken dönemin ünlü mimarı Hayreddin tarafından yapılan bu Darüşşifia’da merkezi sistem denen birhastane mimarisi ortaya konmuştur.
Bu sistemde hasta odaları ve koğuşlar merkezdeki kapalı bir avlu etrafında yer almakta, az bakıcı ile bütün hastalara bakılması sağlanmaktadır. Hastanenin ayrıca bir idare, bir servis bölümü vardır. Bu hastane modeli 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve Amerika’ya yayılmış, benzer örnekleri yapılmıştır. Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnamesi’nde bu hastanede akıl hastalarının da yattığı ve müzikle tedavi yöntemi kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Kanuni’nin kendi adına yaptırdığı Süleymaniye Külliyesi ve bunun içinde yer alan Süleymaniye Darüşşifası ve Tıp Medresesi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük külliye ve hastanesidir. Diğer hastanelerden en önemli farkı, özel bir asabiye servisinin olmasıdır. Burada da hastalara müzikli terapi uygulanır ki bu yöntem Avrupa’da en az iki yüzyıl sonra kullanılmaya başlar.
Manisa Hafsa Sultan Bimarhanesi ve yine Kanuni tarafından eşi Hürrem Sultan namına 1550’de yaptırılan külliyenin bir parçası olan Haseki Darüşşifası önemli bir sağlık merkezi olmuş, günümüze kadar ayakta kalmıştır.
1534’de çıkartılan bir feranla diplomasız hekimlerin halksağlığı ile ilgilenmeleri yasaklanır. Dersane-i idris denen ve çoğu yetkisiz ve yetersiz hekimlerce açılan muayenehaneler denetim altına alınır. Bu muayenehanelerde hekim-çırak ilişkisi biçimde tıp eğitimi devam etmektedir.
Süleymaniye Külliyesi içinde içinde Medaris-i Süleymaniye denen öğretim kurumlarının birisine Darüt’tıp adı verilerek bu birim doğrudan hekimlik öğretimine tahsis edilir. Buradaki öğrenciler teorik dersleri Daru’t tıp’da, uygulamalı hekimliği ise Süleymaniye ve Fatih Darüşşifaları’nda görürler.
16. yüzyılda sağlık kuruluşları yanında imaret, dinlenme evi, misafirhane gibi sosyal yardım kurumları ve yollar, sebiller, çeşmeler, hamamlar, lağımlar gibi toplum sağlığı ile ilgili hijyenik kuruluşların çokluğu dikkat çeker. Hatta elinde mangalla dolaşarak yollara balgam tükürenlerin arkasından balgamın üstüne kızgın kül dökme görevi üstlenen vakıfların kurulduğu bile görülür. Bu dönem Osmanlı Türkleri için bir gurur çağıdır denilebilir.
Batılılaşmanın ayak sesleri İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı hekimleri, Batılı hekimlerle az da olsa ilişki içine girer. Osmanlı hekimleri içinde Latince, Fransızca, İtalyanca öğrenenler olur. İlk olarak Halepli Salih bin Nasullah Rönesans’ın önemli bilimcilerinden Th.Paracelsus’un Tıbbi-Kimya isimli eserini Arapça’ya çevirir.
Yine 18. yüzyılda İznikli Hekim Ömer Efendi ve Bursalı Ali Münşi’nin Materia Medica çevirisi ve krabadin, kına kına ve ipekakuana monografileri, Hekimbeşı Vesim Abbas Efendi’nin Galata’daki yabancı hekimlerle olan sıkı ilişkiler sonucu doğu ve batı tıbbı üzerine hazırladığı Distur’u, Macarlı Bargos’dan çevirdiği Akrabadin’i, Hekimbaşı Abdülaziz Efendi’nin çevirdiği Boerhaveınin Aforizması, Osmanlı tıbbının batılılaşması yönünde çok önemli adımlar olmuştur.
Ne var ki bu batılılaşma çabaları büyük birdirençle karşılaşır,bazı hekimler sürgüne gönderilir. Böylece bütün ortaçağ boyunca hatta yeni çağın başlarında bile tıp alanında Avrupa’dan üstün durumda olan Osmanlılar Avrupa’da başlayan Rönesans aydınlanmasına ayak uyduramaz.
17. yüzyılda denge her alanda aleyhe döner, medrese eğitimi geriler. Buna karşılık halk hekimliği, özel muayenehaneler yeniden yaygınlaşır. Tıbbı-cedid denen Avrupa kökenli ya da azınlık hekimlerin çalışmaları öne çıkar. Sayıları giderek çoğalan tıp dükkanlarında hekimbaşından alınan ruhsatla çırak-hekim, baba-oğul geleneğinde cerrahlık, kehhallık, tabiblik, eczacılık çalışmaları ve eğitim yeniden artar.
Değişik ülkelerden gelen gezgin hekimler bu çalışmalara katkıda bulunmaktadır. Çünkü Medreselerde yetişen hekimler koskoca İmparatorluğun ihtiyacını karşılamaya yetmemekte, ayrıca Avrupa’da Rönesans ile birlikte bilim ve tıp alanında yaşanan gelişmeler, teorik ve pratik yenilikler medrese eğitimi ve darüşşifalarda henüz gerekli ilgiyi görmemekte, İslami gelenekler ve çıkartılan fetvalarla yenileşme taleplerine direnç gösterilmektedir. Bu çekişme adeta Müslüman hekimlerle batılı ya da azınlık hekimler arasındaki mücadeleye dönüşür.
Bu kuruluşların yasaklanması sağlanır. III. Selim bu yasağı kaldırarak Kuruçeşme Talimgahı’ında Rumlar tarafından tıp okulu açılmasına izin verir. Bu gelişme Osmanlı’da geleneksel tıp eğitiminin de sonu anlamına gelmiştir denilebilir.
Modern tıbba geçiş Tanzimat atılımların başında ordu ve sağlık konuları gelir. 15 Haziran 1826’de çok eskimiş olan askerlik ocağını, yeniçeri teşkilatını halkın da yardımıyla bir günde ortadan kaldıran II. Mahmut bir taraftan yeni Osmanlı Ordusu’nu inşa etmeye çalışırke diğer taraftan da ona gerekli olan sağlıkkuruluşlarını tesis etmeye başlamıştır. Ve nihayet 14 Mayıs 1827 günü ilk modern tıbbiye, Tıbhane ve Cerrahane-i Amire kurulur.
1838’de ise bu okul Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane olarak düzenlenir. Ancak bundan sonradır ki, müderisler tarafından düzenlenen diplomalar kalkmış ve kurum adına düzenlenmeye başlanmıştır. Bu tıbbiyenin kurulmasında unutulmayacak iki isim Şanizade Mehmet Ataullah Efendi ve Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’dir.
Mustafa Behçet Efendi batılı tıpçılardan yaptığı çiçek aşısı, frengi tedavisi, fizyoloji ve tabiat tarihi çevirisiyle batılılaşma akımına hizmet ederken III. Selim ve II. mahmut’u modern bir tıbbiye kurmaya teşvik etmiştir. Şanizade Mehmet Ataullah Efendi’nin İtalyanca ve Latinceden çevirdiği Teşrih ve Tarih Fizyolojisi’ni ve Viyana Tıp Okulu Dekanı Baron von Stoerck’in “Avusturya’da asker ve köy hekimleri için pratik tıp öğretimi” isimli eserini çevirmiş, böylece anatomi eğitimi ve oopsi tartışmasını başlatmıştır. 1867 yılında Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye sivil tıp okulu olarak öğretime başlar. 1908 yılında ise isvil ve askeri tıbbiyeler birleşerek Haydarpaşa’da yapılan binada öğretim faaliyetini sürdürür.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de eğitim Fransızca yapılır, başına ise Avusturya’dan Muallim-i Evvel (ordinaryus profesör) ünvanıyla Charles Ambroise Bernard getirilir. Dahiliye ve hariciye kürsülerinin öğretimini üstlenen Bernard, Osmanlı tıbbına ve Tıbbiyesine yeni bir kimlik kazandırır. Fransızcası dersleri izlemeye yetersiz olan öğrenciler cerrah ve eczacılık sınıfları açılarak buralarda toplanır, böylece tıp eğitimi Avrupa’daki tıp okulları seviyesine yükselmeye başlar.
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla müslüman olmayanlarda okula alınmaya başlanır. Gülhane ve daha sonra Haydarpaşa Hastanesi’nin başına ise (1861) Bonn Üniversitesi’nden Profesör Robert Rieder ve Dr.Georg Deche getirilir. Tıp eğitimi artık Avrupa seviyesindedir ve birçok kürsü açılmıştır.
Tıp alanında bu gelişmeler yaşanırken İmparatorluk tam bir çöküş sürecine girmiş, dört bir yanda milli ayaklanmalar ve savaşlar başlamıştır. Yurtdışına gönderilen tıp öğrencileri, milli duyguları da gelişmiş birbiçimde ülkelerine dönmekte, kolları sıvayıp çöken İmparatorluğun derdine deva bulmaya çalışmaktadır.
İstanbul’un dört bir yanında hastaneler kurulur. 1838’de Meclis-i Tehaffuz örgütü oluşturularak salgın hastalıklara karşı mücadele başlatılır. Osmanlılar karantina uygulamalarıyla tüm dünyanın takdirini kazanır. Belediye sağlık teşkilatı kurulur.
Tifü, tifüs, dizanteri, humma, frengi, verem, sıtma gibi diğer salgın hastalıklara karşı bilhassa ordu içinde aşı kampanyaları örgütlenir. Kuduz hastanesi açılır. 1890’da İstanbul’da Çiçek Aşısı İstasyonu kurulur. İstanbul’da başgösteren kolera salgını, o dönem Belediye Başkanı olan Cemil Topuzlu’nun da büyük gayretiyle engellenir.
Kaynak: http://nedirhakkindabilgiler.kadinlaricin.net/makaleler/osmanli-doneminde-tip.htm
İnsan Bedeni Evrendir
Osmanlı hekimleri, insan bedeninin evreni oluşturan element ve niceliklerden meydana geldiğini, bunların da toprak, hava, ateş ve su ile sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve nem olduğunu varsayardı. Mizaç ve ‘hılt’a (kan, safra, sevda ve balgam) göre tedavi yöntemleri ise şöyleydi: Hıltlar yiyeceklerin midede hazmedilmesiyle meydana gelir ve damarlara dökülerek kanla beraber vücudun her yerine yayılır. Bu nedenle hıltların fazlalığı veya eksikliği o bedene hastalık getirir. Kan, bugünkü tanımındaki gibi vücudu besleyen en önemli unsurdur. Kanın tabiatı sıcak ve nemlidir. Genellikle et ve rafadan yumurta yendiğinde hemen oluşur.
Safra, karaciğer tarafından yapılıp öd kesesinde toplanan sıvıdır. Safranın tabiatı sıcak ve kurudur, sarı renktedir, tatlı ve yağlı yiyecekler yendiğinde oluşur. Sevda, dalakta oluşur ve kana akar. Tabiatı soğuk ve kurudur, siyah renktedir, tuzlu ve lezzeti keskin yiyecekler (tuzlu, peynir, kuru balık, sarmısak gibi) yendiğinde oluşur. Balgam ise beyinde yapılanan beyaz bir sıvıdır. Tabiatı soğuk ve nemlidir, beyaz renktedir, nemli ve taze gıdalar (balık, yoğurt, yaş meyveler gibi) yendiğinde oluşur.